|
Olacağı
budur
Ali
Akbaba
Dergiden
arkadaşlardan birisi telefon edip radyo için yazı istedikleri zaman,
çok sevindim. Nasıl sevinmeyeyim, bu derginin sadece bir kaç sayısı
elime geçmisti. Sonra da kapandıgını zannediyordum. Telefonu
kapadıktan sonra, ilk radyo gördüğüm yıllara aklım kaydı
gitti.
Ben
köyde doğmuşum. Okula başladığım yıldı.
Dediler ki, köyün tek bakkalı, bakkalına radyo alacakmış.
Radyonun nasıl bir şey olduğunu duymuştuk da, kendisini daha
görmemiştik. Adam taa Ankaradan konuşuyormuş, sen sesini taa
buradan, oturduğun yerden duyabiliyormuşsun. Peh peh.. yaman bir
şeymiş radyo. Ankara nire, Sarıkarmışın dağ
köyü nire!
Biz
büyük bir merakla, radyonun köye gelmesini bekledik. Bir gün dediler ki,
bakkal köye radyoyu getirmiş. Koşarak bakkala gittik. Bakkal
radyosunu, bakkalının en görkemli rafına koymuş. Radyonun
üstüne de, güzel işlemeli bez sermiş. Gerçekten, adam sanki
kutunun içine girmiş de konuşuyor. Bazende hırıltı, zırıltı
yapıyor. Adamın ne söylediği anlaşilmıyor. Bakkala
sordular, niye bu böyle yapıyor diye. Bakkal da onlara sordu:
-
Anlamadınız mı?
-
Yoo
-
Anlamazsınız tabii, şimcik parazit yapıyo...
Her
gün ögleden sonra saat dörtte kürtçe program var. Şimdi pek anımsamıyorum,
zannediyorum İran üzerinden yayın yapıyordu. Saat tam dörte bütün
köy kadın-kız, çoluk-çocuk bakkalın önünde toplanıyoruz.
Kürtçe bilmediğimiz halde Lavik dinliyoruz, söyleyenler çok yanık
söylüyor, içimizde dinleyenlerden ağlayanlar oluyor.
Bir gün yine bakkalın önünde ağlaşirkan, hiç radyo
dinlemeyen Hasan dayı da geldi, ağlayanlara bakıp, sahipsiz köy
dedi. Köy sahipsiz olursa herkes koltuğunun altına bir kutu alır,
köye sokar milleti ağlatır. Sonra daha yanık türküler söylendi.
Hasan dayı da dinledi. Biraz sonra baktık, Hasan dayı da ağlıyor.
İşte böylece radyoyu tanımış oldum.
Sonra
okul yılları başladı. Askerlikten sonra, daha önce
Ankaraya yerleşmiş olan abimin yanına gittim, boktan bir iş
buldum çalismaya başladım. Hep abimle beraber radyo dinliyoruz. Çogu
zaman tartışma programları. Yıl 1968, programlara, profesörler
çagirip konuşturuyorlar. Ben dinlerken küplere biniyorum. Yahu adam söyleyeceğini
net bir şekilde söylemiyor. Lafı
dolandırıp duruyor. Ben kuduruyorum. Abim de bana kızıyor.
Onlardan yana oluyor diye, dönüp abime de kızıyorum, ama abime kızarken
hesaplı kızıyorum, abim bu, ne yapacağı hiç belli
olmaz, iki çocuk babası olduğum halde adam kızdığı
zaman kalkıp dövüyor, fazla üstüne gidemiyorum abimin.
Çok tokadını yedim abimin. Neyse, abi dedikodusunu bırakalım.
Biz yine Radyoya gelelim.
Zannediyorum
yıl 1974tü, Sydneyde bize de radyo programı verildi. Çok
sevinenler oldu. Bende çok sevindim. Nasıl sevinmezsin, İngilizce
bilmiyorum, hiç bir yerden haber alamıyoruz. Benim için radyonun başinda
kim olursa olsun bu önemli değil. Sadece konuştuğu anlaşilır
olsun, ne söylediğini anlayalım, bir de yapmacık olmasın.
Kafa şişirmesin.
İlk
dönemler öyle başladı. Adam işi ciddiye aldı, sevinerek
dinliyoruz. Sonra sonra bozuldu. Adam öyle bir havalara girdi ki; zannetti ki o
ne söylese program oluyor. 1980lerin sonlarına doğru, Sydney
Başkonsolosu Şarık Arıyak, ve koruması Engin Sever
ASALA örgütü tarafından öldürüldü. O gün radyoyu açmış
dinliyorum. Başkonsolosumuzun öldürüldügünü spiker söyledi. Sonra hiç
bir ayrıntıya girmeden acayip bir müzik koydu. Ben radyonun başinda
deli oluyorum. Yahu ne iştir bu, insan bir ayrıntı verir! 'Katiller
kaçtı, yakalanamadı' denir.
'Vuranın kim olduğu anlaşilamadı' denir. Henüz bize
de bir ayrıntı ulaşmadı denir, sadece o acayip müziği
dinliyoruz. Gel de küplere binme.
Bir de spiker haberi verirken öyle bir hava estirdi ki, sanki konsulosu
burdaki türk solcuları öldürmüs!
yazısının
devamı...
|
|